12 Temmuz 2011 Salı

GIDA GÜVENLİĞİMİZ TEHLİKEDE, SOYUMUZU KURUTACAKLAR

İnsanların sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenerek yaşamlarını sürdürebilmeleri için bitkisel ve hayvansal kaynaklı gıdalara ihtiyaçları bulunmaktadır. Ancak bu gıdaların sağlık yönünden güvenilir olması zorunludur. Son yıllarda gıda güvenliğini olumuz yönde etkileyen faktörlerin başında organizmaların  genleri ile oynanması gelmektedir. Genleri ile oynanmış organizmalara transgenik  organizmalar denilmektedir. Yapılan araştırmalar, gen transferinin genellikle bitkisel organizmalar üzerinde yapıldığını göstermektedir. Bu genetik çalışmaların amacı; bitki yetiştirmede daha az zirai ilaç kullanılması, soğuğa ve kurağa dayanıklı çeşitler yetiştirilmesi, gıdaların raf ömrünün uzatılması, maliyetlerin düşürülmesi gibi hususlardır.
Dünyada hiçbir besin sıfır riskli değildir. Ancak genleri ile oynanmış organizmalardan elde edilen gıdaların çeşitli riskleri bulunmaktadır. Bunların başında vitamin yetersizliği gelmektedir. Genleri ile oynanmış bitkilerden üretilen gıdalarda B12 vitamini eksikliği görülmektedir. Bunun sonucunda insanlarda unutkanlık baş göstermektedir. Unutkanlığın ileri yaşlarda alzeymıra dönüştüğü hepimizin malumudur. Diğer taraftan genleri ile oynanmış pirinçlerde A vitamini sentezi yapılamadığından bu pirinçlerle beslenen insanlarda gece körlüğü baş göstermektedir.
Bu konuda Hindistan’da 170 milyon insana A vitamini takviyesi yapılarak gece körlüğünün tedavi edilmesine çalışılmaktadır.
Bitkilerde gen transferinin en tehlikeli yönü kısırlaştırma programıdır. Gen transferinde Terminatör gen adı verilen gen, organizmanın soyunu yok etmeye programlandığından, bu bitkilerin tohumları kısırdır. Ayrıca bu terminatör gen programlanarak, söz konusu transgenik gıdalarla beslenen kadın ve erkeklerin kısırlaştırılması da yapılabilir. Dolayısıyla genleri ile oynanmış gıdalarla beslenen insanların sağlık sorunlarının yanında çok büyük bir genetik risk altında olduklarını söylemek mümkündür.
Transfer edilen genlerin toksik ve alerjik etkileri bulunmaktadır. Bu sebeplerle insanlarda zehirlenmelere yol açtığı gibi, vücutta sivilceler ve deri dökülmelerine de sebep olabilirler. Ayrıca bu gıdalardan bol miktarda yiyen erkeklerin spermlerinde Y kromozomu olan erkeklik kromozomunun azaldığı iddia edilmektedir. Bu durum muhtemel doğumlarda erkek çocuğu dünyaya gelmesini olumsuz yönde etkileyeceğinden, dünya nüfusu içindeki dişi erkek oranının bozulmasına neden olacaktır.
Genleri ile oynanmış bitkilerin çiçekleri kokularını kaybetmektedir. Bitkilerde çiçek döllenmesine yardımcı olan arı, sinek ve kanatlı böcekler çiçekleri kokularından bulabilmektedir. Kokular, kaybolunca arı ve böceklerin döllenmeye olan katkıları ortadan kalkacağı gibi, beslenmeleri de engelleneceğinden bu canlıların yok olmaları gündeme gelecektir. Doğal dengenin bozulması yönünden arıların yok olması telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir.
Gen transferinin ayrıca doğal çevrenin bozulmasında da olumsuz etkileri söz konusudur. Transgenik bitkilerden diğer bitkilere yatay gen kaçışı yoluyla gen aktarılarak biyolojik çeşitlilik bozulabilir. Transgenik bitkiler, toprağın mikroorganizma yapısını da bozabilir. Doğadaki kuş ve böceklere beslenme yoluyla aktarılacak dayanıklılık geni ihtiva eden virüsler, ölümlere ve tedavisi mümkün olmayan hastalıklara yol açabilir. Diğer taraftan genetik yapısı bozulan zararlı otlar, zirai ilaçlara dayanıklılık gösterirse yok edilmesi imkansız hale gelebilir. Bu durumda bitkisel ürünler yabancı otların tehdidi altında kalabilir.
Yapılan araştırmalara göre, raflardaki ürünlerin yaklaşık %60-70 oranında genleriyle oynanmış organizmalardan üretildiği iddia edilmektedir. Bilim adamlarının konu ile ilgili araştırmaları devam etmektedir. Ancak bu aşamada ortaya koydukları şu tez çok önemlidir. “Bu denklemde bilinmeyenlerin oranı, bilinenlerden çoktur.” Dolayısı ile risk de çok yüksektir.
Dünya tarımsal üretiminin %80’i halen 6 çok uluslu şirket tarafından kontrol edilmektedir. Biyoteknoloji yoluyla dünyada bitkisel tohumların tekelinin çok uluslu şirketlerin eline geçme tehlikesi bulunmaktadır. Bu durumda gelişmekte olan ülkelerin tarımsal geleceği çok uluslu şirketlere bağımlı hale gelebilir. Halen Türkiye’de 300 milyon dolar tutarındaki tohumculuk piyasasının yaklaşık 70 milyon dolarının bu şirketlerin kontrolünde olduğu tahmin edilmektedir. Transgenik bitkilerin üretimi, dünyanın 23 ülkesinde yaklaşık 120 milyon hektera ulaşmıştır. Türkiye buğday ekiliş alanının 10 milyon hektar olduğu dikkate alınırsa tehlikenin ne kadar büyük olduğunu anlamak hiç de zor olmaz diye düşünüyorum.
Artan dünya nüfusunun beslenmesi karşısında çözüm olarak Biyoteknolojiyi savunanların sayısı hiç de az değildir. Ancak dünyanın tarımsal üretim potansiyelinin, geleneksel tarımsal üretim teknikleri ile üretim yapıldığı takdirde bile 10 milyar insanı beslemeye yeterli olduğu unutulmamalıdır.
Türkiye, 24 Mayıs 2000 tarihinde “Uluslararası Biyogüvenlik Protokolü”nü imzalamış ve bu konu 17 Haziran 2003 tarihinde TBMM’de görüşülerek 4898 sayılı Kanunla kabul edilmiştir. Bu yasaya göre insanların ne yediklerini bilme hakları vardır. Dolayısıyla Türkiye’de de AB ülkelerinde olduğu gibi transgenik bitkilerden üretilen gıdaların ambalajları etiketlenerek açıklayıcı bilgiler verilmelidir. İmzalanan uluslararası protokole bağlı olarak, “Ulusal Biyogüvenlik Kanunu” çıkartılmalıdır. Yine bu kanun çerçevesinde kurulması öngörülen Referans Enstitüler kurulmalı ve gümrüklerde transgenik gıdalar tahlil edilmelidir.

Dünyanın bütün medeni ülkelerinin insanlarının olduğu kadar, Türk insanının da güvenilir gıdalarla beslenme hakkı bulunmaktadır. Türkiye çok uluslu şirketlerin ürettiği transgenik gıdaların yol geçen hanı olmamalıdır.Son günlerde “Biyo Güvenlik yasası”nın çıkarılacağından söz edilmektedir.Genleri ile oynanmış organizmalardan üretilen gıdaların insan sağlığına olan zararlarını aklımızın erdiği dilimizin döndüğü kadar anlatmaya çalıştık.Şimdi yetkililere sesleniyorum,insanların sağlıklı yaşayabilmesi için bu kadar önemli olan bir yasa tasarısı neden kamu oyundan saklanıyor?Çok uluslu şirketlerin çıkarları Yurttaşlarımızın sağlığından çokmu önemli?Dünya nüfusunu gen teknolojisi ile planlamaya çalışan ve tohum tekelini ellerine geçirerek bütün insanlığı kontrolü altına almayı hedefleyen anlayışı kınıyorum.Felaketin sonunu bildikleri için Norveç’de bir buzdağının altına Dünyanın en büyük tohum deposunu kuruyorlar.Bütün bitkilere ait tohumlar insanlığın ortak mirasıdır.Çokuluslu şirketlerin onların genlerini değiştirerek kendi mülkiyetlerine almaları asla kabul edilemez.Genetiği değiştirilmiş her organizma doğaya salıverilmiş gizli bir tehdittir.Bunlar bir defa yayıldılarmı tekrar laboratuara geri çağırmanın imkanı yoktur.
“Ulusal Biyogüvenlik Kanunu”çıkartılmalıdır.Ancak biyolojik çeşitliliğimizi yok etmek veya başkalarının tekeline bırakmak için değil,Dünyanın en zengin endemik bitkilerine sahip olan Anadolu’nun biyo çeşitliliğini korumak için  çıkartılmalıdır.Bu sebeple sözkonusu Yasa Tasarısı  bir an önce Türk Kamuoyunun bilgisine ve tartışmasına açılmalıdır.





DİKKAT ZEHİRLENİYORUZ, TARIMSAL İLAÇLAR ÇOK TEHLİKELİ !

Dünya’da tarım ürünlerine değişik aşamalarda zarar veren 2000 kadar zararlı böcek, 1500 kadarda çeşitli hastalık etmeni bulunmaktadır. Türkiye’de ise yaklaşık 200 çeşit zararlı böcek ve 150 hastalık etmeni tarım ürünlerinin çeşitli aşamalarında zarar vermekte ve ürünlerin kalite ve miktarını olumsuz yönde etkilemektedir. Bitkileri hastalık ve zararlılardan korumak için çeşitli mücadele yöntemleri bulunmaktadır. Ancak en yaygın olanı kimyasal ilaçlardır. Zirai mücadelede kimyasal ilaç kullanımı bütün dünyada yaygın olduğu gibi Türkiye’de özellikle Ege ve Akdeniz kuşağında oldukça fazla kullanılmaktadır. Dünya’da her yıl yaklaşık 3 milyon ton, Türkiye’de ise 50-60 bin ton kimyasal ilaç kullanılmaktadır. Kullanılan çok çeşitli ilaçların her birinin birer zehir olduğu unutulmamalıdır.
Kullanılan ilaçlar sadece bitkiler için zararlı olan böcekleri öldürmekle kalmaz, tabiatta bulunan faydalı böcekleri de yok eder. Bu durum doğal dengenin bozulmasına sebep olur. Bu sebeple kimyasalların kullanılması belli bir eğitimi ve uzmanlığı gerektirmektedir. Bitkisel üretimde her zararlı böcek veya hastalık görüldüğünde kimyasal ilaç kullanılması tehlikelidir. Hastalık ve zararlıların bitkilere verdiği zararın bir “ekonomik zarar eşiği” bulunmaktadır. Hastalık ve zararlıların faaliyetleri sürekli gözlem altında tutulmalı ve işte bu ekonomik zarar eşiğine gelindiğinde ilaç tatbik edilmelidir. Tabiatta canlılar sürekli birbiri ile mücadele halindedirler. Bitkilere zara veren böceklerin düşmanı olan faydalı böceklerde mevcuttur. Bilinçsiz yapılan ilaçlamalarda bu faydalı böceklerinde yok edildiği unutulmamalıdır.
Sebze ve meyvelerde kullanılan kimyasal ilaçlar, ürün üzerinde bulaşık etki veya kalıntı bırakmaktadır. Bazı ilaçlar ise sistemik ilaçlar olup, bitkilerin genetik sistemine sirayet etmektedir. Bu ilaçlar oldukça tehlikelidir. İlaçların kullanılma sırasında insanlara verdiği zararlar çok çeşitlidir. Ancak en tehlikeli olanı ağız yolu ve deriye temas yolu ile verilen zararlardır. Sebze ve meyvelerdeki ilaç kalıntıları beslenme yolu ile insana geçtiği takdirde, süt ve yağ dokularında birikme yapar. Bu ilaçlar hamile kadınlarda bebeğe de geçer. Özellikle kadınlarda DDE oranının yükselmesi yumuşak doku kanserlerine neden olmaktadır. Kanında tarımsal ilaç kalıntısı tespit edilen kadınların meme kanserine yakalanma oranı diğerlerine göre 4 kat daha yüksek olduğu araştırmalarla tespit edilmiştir. Akciğer kanserinden ölen hastalar üzerinde yapılan araştırmalarda yağ dokularında 4,7 mg/g PCB kalıntısı bulunduğu görülmüştür.
Diğer taraftan tarımsal ilaç kalıntılarının kanda belli bir oranı aşması, hamile kadınlarda erken doğumlara ve bebeğe süt verme sürecinin kısalmasına sebep olmaktadır. Erkeklerde ise en fazla prostat kanserine yol açmaktadır. Son zamanlarda bazı doğum hastanelerinde prematüre doğum oranlarının arttığı görülmektedir. Bu prematüre bebeklerin yüksek oranda ölümlerinden insafsız ve haksızca hastaneler sorumlu tutulmaktadır. Halbuki esas üzerinde durulması gereken husus prematüre doğumların neden arttığı olmalıdır. Bu konuda bilimsel araştırmalar yapıldığı takdirde sebebinin önemli ölçüde sağlıksız beslenmeden ileri geldiği anlaşılacaktır.
Zirai ilaç kalıntılarının beslenme yolu ile çocuklara geçmesi halinde; çocuklarda deri bozuklukları, diş çürüklükleri, boy kısalığı ve zeka geriliği gibi olumsuz etkiler bıraktığı tespit edilmiştir. Yapılan araştırmalar, kadın ve çocukların tarımsal ilaç kalıntılarının beslenme yolu ile kana geçmesinden çok fazla zarar gördüklerini ortaya koymuştur.
Erkekler üzerinde yapılan araştırmalar ise, yumuşak doku kanserinin artması ve sperm oluşumunun azalması gibi mahsurları ortaya koymuştur. Ayrıca bütün insanlarda gıda yolu ile bulaşan ilaç kalıntılarının karaciğerde birikme yaparak kansere neden olduğu da bilinmektedir.
Her birisi tehlikeli birer zehir olan tarımsal ilaçların insan sağlığını olumsuz yönde etkilemesini önlemek için, şu hususlara azami dikkat edilmelidir. Mücadelede gereğinden fazla ilaç kullanılmamalı ve yetkili kuruluşların önerdiği dozdan daha fazlası tatbik edilmemelidir. Mücadelede bilimsel kuruluşlar tarafından kullanılması önerilmeyen ilaçlar, etkilidir veya iyi netice veriyor diye kullanılmamalıdır. İlaç uygulamalarında kullanılan aletler tekniğe uygun olmalı ve kalibrasyonları dikkatli ayarlanmalıdır. Bunarlın içinde en önemlisi, son ilaçlama ile hasat arasında geçmesi gereken süre mutlaka yetkili kuruluşlarca tespit edilen sürenin altına düşmemelidir.
Türkiye’de tarımda kullanılan ilaçlardan 74 adedi, kullanılmasında insan sağlığı yönünden sakınca bulunduğu için son günlerde yasaklanmıştır. Ancak bu ilaçların üretim mevsiminde kullanıldığı da bir gerçektir. Esas olan laboratuar denemeleri yapılmayan ilaçların Türkiye’ye sokulmamasıdır.
Tüketicilerimizin pazardan aldıkları sebze ve meyveleri bol ve temiz su ile iyice yıkamadan tüketmemeleri önemli görülmektedir. Hatta özellikle domateste görülen bazı ilaç kalıntılarının yıkama ile bile temizlenmediği görülmektedir. Bu durumda domatesin kabuğu mutlaka soyularak tüketilmelidir.
Tarımsal üretimde kullanılan kimyasalların insan sağlığına olan diğer bir zararı da, bu ilaçların yağmur ve sulama suları ile yer altı sularına, derelere ve barajlara bulaşmasıdır. İçme ve kullanma sularına bulaşan kimyasalların, insanları olduğu kadar bütün canlıları da tehdit ettiği bilinmelidir.
Bunların dışında, hayvancılıkta kullanılan antibiyotik ve ilaçlarda et ve süt yoluyla insana geçmektedir. Bu ilaçlarında insan sağlığını olumsuz etkilediğini bilmek gerekir. Hayvanlara tatbik edilen ilaçların özellikle karaciğer ve diğer sakatatlarda birikme yaptığı görülmektedir. Bu sebeple karaciğer yemeyi sevenlerin dana ve kuzu karaciğerini tercih etmeleri, aşırı ilaç birikiminden korunmaları bakımından faydalıdır.
Türkiye’de yoğun olarak kullanılan tarım ilaçları haşereleri öldürmekten ziyade faaliyetini caydırmak gibi bir etkisi bulunmaktadır. Bu sebeple toplu mücadele yapılmadıkça fayda sağlaması mümkün görülmemektedir. Netice itibarıyla kullanılan ilaçlar, yağmur suları ile denizlere kadar ulaşarak çevre kirliliğine sebep olmaktadır. Sağlığımızı ve çevremizi korumak için tarımsal ilaç kullanımında bilinçli ve dikkatli olmamız zorunludur.
Temiz bir çevrede, sağlıklı bir yaşam dileği ile okuyucularıma en içten saygılarımı sunarım.







DOĞRU BİLGİLENELİM, HORMON DEĞİL,AŞIRI DOZ TEHLİKELİDİR !

Bir ülkede tarım politikasının temel amacı; o ülkede yaşayan insanların yeterli dengeli ve sağlıklı bir şekilde beslenmelerini temin etmek olmalıdır. Olmalıdır diyorum çünkü bizim ülkemizde durum böylemidir konusunda derin kuşkularım bulunmaktadır. Daha önceki yazılarımızda gıda güvenliğimizi tehdit eden gen teknolojisi ve tarımsal ilaç kalıntılarından söz etmiştik. Bugün de bitkisel ve hayvansal üretimde kullanılan hormonların olumsuz etkilerinden söz edeceğiz.
Önce bitkisel üretimde kullanılan hormonlardan bahsetmek istiyorum. Bunlara büyüme düzenleyici maddeler de denir. Bu maddeler, bitkinin soğuğa dayanıklılığını artırmak, meyve dökülmesini önlemek, meyve iriliğini sağlamak, sebze ve meyvelerin dayanıklılığını artırmak, canlı ve albenisi yüksek renk kazandırmak amacıyla kullanılmaktadır. Hormonlar bitkisel üretimde bu avantajları sağlarken, dozların izin verilen miktarların üzerinde kullanılması da insan sağlığına zarar vermektedir. Bilim adamları yaptıkları araştırmalarda “zararlı olan hormon değil doz” dur. Sonucuna varmışlardır.
Bitkisel üretimde aşırı dozda hormon kullanılması halinde bu besinlerin insan sağlığı üzerinde; dişilerin erkekleşmesi, erkeklerin dişileşmesi gibi cinsiyet bozukluğuna yol açtığı tespit edilmiştir. Söz konusu besinleri tüketen bayanlar üzerinde yapılan incelemelerde yumurtalık kistleri, hormonal dengesizlikler ve düşükler gözlenmiştir. Ayrıca yumurta azalmaları ve cinsel isteksizlik de yaygın bir şekilde gözlenen olumsuzluklar arasında yer almaktadır.
Aşırı dozda hormon ihtiva eden gıdaların erkekler üzerinde, sperm azalması ve kalitesinin bozulması, zamanla dişileşmeye doğru yönelme, gelişme bozukluğu gibi olumsuzluklara sebep olduğu görülmüştür.
Diğer taraftan, hormonlu gıdalar bütün insanlar üzerinde, kanserojik etki yaptıkları gibi, kıkırdak dokularda erken kemikleşmeye yol açarlar. Bu durum, birçok insanın erken yaşta diz, kalça gibi organlardan ameliyat olarak yaşam kalitesinin ve verimliliklerinin düşmesine neden olmaktadır. Aşırı hormonlu gıdalarla beslenen insanlarda safra taşı oluşumunun normal gıdalarla beslenen insanlara göre daha fazla olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca söz konusu gıdalarla beslenen insanlarda kemik iliği ve böbrek bozuklukları sık görülen rahatsızlıklar arasındadır.
Büyüme düzenleyicisi adı verilen hormonlar hayvansal üretimde de yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Aslında biz hayvanları beslerken, dolayısı ile insanları beslediğimizin farkında olmalıyız. Hayvanların sağlıklı beslenmesi, insanların beslenmesi için sağlıklı hayvansal gıdalar üretmek anlamına geldiği için, hayvan beslemede, insan besleme kadar hassas ve dikkatli olunması önemli görülmektedir. Hayvan yetiştiriciliğinde kullanılan hormonlar kadar, kullanılan ilaç ve antibiyotiklerinde insan sağlığını doğrudan etkilediğini unutmamak gerekir. Hayvandan insana geçen bir çok zoonoz hastalık bulunduğu gibi, hayvansal gıdalardaki ilaç kalıntıları da insana beslenme yolu ile geçmektedir.
Hayvan yetiştirilmesinde kullanılan birçok hormonun kullanılması zaman zaman Tarım Bakanlığı’nca yasaklanır. Ancak yasaklanıncaya kadar bu hormonlar açık yada gizli üreticiler tarafından kullanılmaktadır. İnsan sağlığı maalesef bu izinsiz kullanılan hormonlu gıdaların tehdidi altında bulunmaktadır. Rekombinant sığır yetiştirme hormonu ile beslenen hayvanların et ve süt ürünleri ile beslenen insanlarda yumuşak doku kanserine yakalanma oranının, diğer insanlara göre daha yüksek olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca bu gıdaların kız çocuklarında çok erken yaşta ergenlik çağına girmelerine sebep olduğu görülmektedir.
Büyüme düzenleyici adı verilen hormonların özellikle kasaplık piliç yetiştiriciliğinde de çok kullanıldığı bilinmektedir. Halkımızın protein ihtiyacının karşılanmasında önemli bir yeri olan tavuk etinin aşırı hormon kullanılmasından korunması çok büyük önem taşımaktadır.
Gerek bitkisel, gerekse hayvansal gıdaların üretilmesinde izin verilen dozun üstünde hormon kullanılmasının sakıncalarını izah etmeye çalıştık. Şimdi bu konuda kimlerin sorumluluğu var, onları belirttikten sonra neler yapılması gerektiğini izah edelim.
Öncelikle gerekli yasal tedbirleri alma ve kontrolleri yapma konusunda devletin sorumluluğu bulunmaktadır. Devletin kurum ve kuruluşları maalesef Türkiye’de bu sorumluluğun gereğini yeterince yerine getirememektedirler.
İkinci olarak üreticilerin sorumluluğu bulunmaktadır. Maalesef üreticilerin para kazanma hırsı halkın sağlığını düşünmenin önüne geçmiş durumdadır. İnsan sağlığını hiçe sayarak para kazanmanın cinayet işlemekten farklı olmadığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Üçüncü olarak tüketicilerin sorumluluğu bulunmaktadır. Gerek bilinçsizlikten, gerekse duyarsızlıktan bu konuda yeterince tepki göstermemektedirler.
Halkımız pazardan veya marketten meyve ve sebze alırken, aşırı renkten kaçınmalıdır. Aşırı renk  demek yüksek dozda hormon göstergesi demektir.
Hayvansal gıda ihtiyaçlarını temin ederkende, kontrollerinin  yapıldığı kamu denetim kurumlarınca açıklanan gıda  konusunda marka olmuş kurumların ürünlerini almayı tercih etmelidirler. Tüketilen gıdanın bedelinin, sağlığın bedelinden daha pahalı olmadığı unutulmamalıdır.
Sonuç olarak hormondan korkmayalım, aşırı dozdan korkalım. Her şeyin aşırısının zararlı olduğu gibi hormon kullanımında da doz aşımının zararlı olduğunu unutmayalım. Bütün halkımıza ve özellikle duyarlı okuyucularımıza sağlıklı bir ömür dilerim.








PEYGAMBER MESLEĞİ

            Ben, emeklisi ve çalışanı ile öğretmeni çok  olan bir aileden geliyorum. Bu sebeple öğretmenlik mesleğinin bende çok ayrı bir yeri vardır. Çocukluğumda öğretmen olmayı çok istediğimi hatırlıyorum. Ayrıca öğretmen olabilmek için yaklaşık 45 yıl önce Devlet Parasız yatılı öğretmen okulu sınavına girmiş ve başarılı olamamıştım. O yıllarda sınavlar test usulü değil, yazılı usulle yapılıyordu. Yazılıda kompozisyon ve matematik soruları soruluyordu. İnsanlar genellikle çocuk yaşta öğrendiklerini unutmazlar, ancak ileri yaşlarda öğrendiklerini çabuk unuturlar. O sınavın kompozisyon bölümünde bize iki soru sorulmuştu. Sorulardan birincisi “Neden öğretmen olmak istiyorsunuz?” ikincisi ise “Atatürk neler yapmıştır?” Ben yazdığım kompozisyon için birkaç kağıt istediğimi hatırlıyorum. Ancak aramızdan öğrencinin birisi yaklaşık on dakika sonra kağıdını verip çıktı. Sınıftaki gözcü öğretmen ara sıra bu öğrencinin verdiği sınav kağıdına bakıp hayret ifadeleri ile gülümsüyordu.
            On gün sonra sınav sonuçlarını öğrenmek için öğretmen olan ve benim yetişmemde büyük bir emeği olan amcamla birlikte Ordu’ya geldiğimizde, başarısız olduğumu öğrendim ve çok üzüldüm. Ancak ilan tahtasında ömür boyu unutamadığım bir olaya şahit oldum. Sınavın kompozisyon birincisi olan Fettah CÖRÜT adında bir öğrenciydi. Öğrendiğime göre bu öğrenci sınav kağıdını en erken verip çıkan öğrenciymiş. Bu öğrencinin sınav kağıdını örnek olsun diye ilan tahtasına asmışlar. Halen gözümün önüne geliyor, kurşun kalemle çok düzgün yazılmış birkaç satır yazı. Neden öğretmen olmak istiyorsun? Sorusuna verdiği cevap; Öğretmen olmak istiyorum çünkü, Fatih Sultan Mehmet’i ve Atatürk’ü yetiştiren bir öğretmendir. Atatürk neler yapmıştır? sorusuna verdiği cevap ise; ”Neler yapmamıştır ki” olmuştur. İşte cevabın hepsi bu kadardı. Öğretmen olma yolunda başarısız olan ilk sınavımda karşılaştığım bu olay bana çok şey öğretti. Adını zikrettiğim bu arkadaş halen hayatta ve yaşıyorsa, kendisini en içten saygılarımla selamlıyorum.
            Öğretmen olamadım ama bir öğretmenle evlendim. Her yıl 24 Kasım Öğretmenler gününde bende tüm öğretmenler gibi çok farklı duygular yaşarım. Öğretmenlik mesleğinin peygamber mesleği olduğu söylenir. Bu tanıma yürekten katılıyorum. Çünkü bu görev kutsal ve mukaddes bir görevdir. Hayatta insan yetiştirmekten daha kutsal bir görev olabilir mi? Bu görevin aynı zamanda bir çeşit ibadet olduğunu da söylemek mümkündür. Yüce dinimiz “Gök kubbenin altında kalan her yer mabet, işlediğin her meşru fiil ibadet” demektedir. Öğretmenlik mesleğinin icra ettiği görevden daha meşru fiil ne olabilir ki? İşte bu sebeple öğretmenlik yapmanın aynı zamanda ibadet etmek olduğunu söylemek mümkündür. İslam dininin saygın önderlerinden Hz.Ali; ”bana bir kelime öğretenin kulu kölesi olurum” demiştir. Bir dini önderin öğretmene duyduğu derin saygının ifadesini bu veciz sözde bulmak mümkündür.
            Her yıl okullar açılırken, eğitim ve öğretim yılının başlaması ile ilgili olarak çeşitli etkinlikler yapılır. Bu da bize gösteriyor ki öğretmenin tek görevi öğretmek değildir. Aynı zamanda çocuklarımızı eğitmektir.
            Öğrenmek bilgi edinmektir. Ancak eğitim, kişinin hayata bakışını ve yaşam biçimini şekillendirmektir. Öğretmenler kendilerine emanet edilen öğrencileri bilgi yönüyle öğretirler, davranış ve yaşam biçimi yönü ile de eğitirler. İşte bu sebeple eğitim ve öğretim öğretmenlerimizin birbiriyle bütünleşmiş görevidir. Kaliteli bir toplumun oluşmasında öğretmenlerin, ne kadar büyük emek ve katkılarının olduğunu kelimelerle ifade etmek mümkün değildir. Ancak ulu önderimiz Atatürk; “Öğretmenler, gelecek nesiller sizin eseriniz olacaktır.” Diyerek bu mesleğin önemini veciz bir şekilde ifade etmiştir.
            Öğretmenlik bence sadece bir meslek değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Öğretmenin görevi sadece okulda eğitim ve öğretim faaliyeti ile sınırlı değildir. Okul dışında da tavır ve davranışları ile insanlara örnek olmaktır. Özellikle köy yaşamında öğretmenlik her mesleğin yerine geçen joker meslek durumundadır. Köyde bir derdi olan, başı sıkışan her insan derdine çözüm bulmak için mutlaka öğretmene başvurur. Dolayısı ile öğretmen, köy yaşamında her derde deva ilaç gibidir.
            Bu kadar değerli, bu kadar sorumlu gördüğümüz bu meslek grubuna karşı acaba devlet ve millet olarak biz sorumluluklarımızı yerine getirebiliyor muyuz? Keşke bu soruya gönül rahatlığı ile evet diyebilsem. Bu ülkede çok az meslek grubu, bizde öğretmenler kadar bu ülke için fedakarlık yaptık deme hakkına sahiptir.
            Çağımız artık bilgi çağıdır. Bilgiyi verebilmek için önce onu almak lazımdır. Öğretmenlerimizin çoğunu bu bilişim çağında her türlü bilgiye ulaşabilecekleri donanıma kavuşturamadık. Yaşam standartlarının yıldan yıla daha kötüye gitmesine mani olamadık. Görev yaptıkları bölgelere göre zaman zaman can güvenliklerini sağlayamadık.Her şeyden önce toplum içinde meslek grubu olarak öğretmenlerimizi hak ettikleri saygın yere koyamadık.
            Biz millet olarak her on kasımda ulu önder ATATÜRK’ü minnet ve şükranla anar, ona methiyeler düzenleriz. Ancak on kasım geçtikten sonra onun ilke ve devrimlerinin aleyhine her türlü olumsuzluğu yapmaktan veya yapanlara göz yummaktan geri kalmayız. Aynı durum öğretmenler içinde söz konusudur. Her yıl 24 Kasım öğretmenler günü geldiğinde onları methiyelerle anar, bugün geçtikten sonra verilen bütün sözleri unuturuz.
            Artık öğretmenlerimizin boş vaatlerle sadece öğretmenler gününde hatırlanması değil, sorunlarına kesin çözümler bulunması gerekir. Bu vesileyle bütün öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutlar en içten saygılarımı sunarım.



Üniversiteler temel araştırmaların yapıldığı akademik kurumlardır. Sosyal, ekonomik ve kültürel yönden gelişmenin kaynağı üniversitelerdir. Bugün dünyada 20 binin üstünde üniversite olduğu söylenmektedir. Ancak bu sayının 4 binden fazlası Amerika Birleşik Devletlerinde bulunmaktadır. Her yönden bir dünya devi sayılan ABD bu büyüklüğünü üniversitelerin kalitesine ve çokluğuna borçludur. Şayet Harvard gibi bir üniversiteniz yoksa ABD olamazsınız. Sorbon gibi bir üniversiteniz yoksa Fransa, Oksford gibi bir üniversiteniz yoksa İngiltere, Şangay gibi bir üniversiteniz yoksa Çin olmanız mümkün değildir. Bu sayıyı istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Dünyanın gelişmiş ülkelerindeki üniversiteler yüksek teknolojiye temel oluşturacak bilimsel buluşları  kendi ülkelerinin hizmetine sunmaktadırlar. Bu ülkelerde gerek kamu, gerekse özel sektör kuruluşları  üniversitelere kaynak sıkıntısı çektirmek şöyle dursun, bu Kurumları adeta paraya boğmaktadırlar. Bilimsel buluş yapmanın bir bedeli vardır. Bu bedeli ödemeyi göze alanlar er geç olumlu sonuca ulaşmaktadırlar.
Gelişmiş ülkeler gelişmişliklerini, keşif anlamındaki önemli buluşların formullerini bir başkasına vermeden uzun süre ellerinde tutmalarına borçludurlar. Yapılan uluslar arası toplantılarda, gelişmekte olan ülkeler top yekün global kalkınma için bu sürenin kısaltılmasını talep etmektedirler. Ancak yinede teknolojik bilgi paylaşımı dünyanın bloklaşmış ülkelerinin dışına pek çıkmamaktadır. Bu sebeple, ülkelerin gelişmişlikleri yine, bilgi paylaşımı ile kontrol altında tutulmaktadır.
Üniversiteler gelişmişliğin temelidir. Bunu anlatmaya değil sayfalar, kitaplar bile az gelir. Son yıllarda Türkiye kalite yönünden olmasa bile, sayısal olarak üniversite bakımından önemli bir yere gelmiştir. Mutlaka her üniversite değerlidir, ancak ben bu yazımda özellikle Ordu Üniversitesi üzerinde biraz durmak istiyorum. Her şeyden önce Ordu’da bir üniversite kurulması bir şanstır. Emeği geçen herkese bir Ordu’lu olarak minnet ve şükranlarımı sunarım. Kuruluşunun ilk yıllarında gerek finansman, gerekse öğretim kadrosu bakımından çeşitli sıkıntılarının olması doğaldır. Bu sıkıntılar zaman içinde mutlaka aşılacaktır. Belki biz görmeyiz ama bu üniversite birgün Türkiye’nin sayılı üniversiteleri arasına girebilir, bu gönülden dileğimidir.
Bu konuda esas üstünde durulması gereken husus, Ordu Halkı bu gelişmenin neresinde olmalıdır. Eğer bir ilin halkı, üniversiteye oh ne güzel bir üniversitemiz var, ilimize kamu parası girecek, dışarıdan öğrenci gelecek ev kiraları yükselecek, öğrenciler para harcayacak esnaf  bundan faydalanacak, dolayısı ile ilimizin ekonomisi canlanacak diye bakarsa o kafa yapısının olduğu yerde üniversite gelişme gösteremez.
Üniversiteler alma yeri değil tam aksine verme yeridir. Dünyada en değerli ve geri dönüşü en karlı olan yatırım insana olan yatırımıdır. Üniversitenin gelişmesi için Ordu Halkı’nın örgütlenerek “Ordu Üniversitesi’ni Geliştirme ve Destekleme Vakfı” kurması gerekir. Çeşitli gelir seviyesindeki her Ordu’lunun bu vakıfa gücü oranında katkıda bulunması faydalı görülmektedir. Hepimizin taşın altına elimizi sokmamız ve üniversiteyi gözbebeğimiz olarak görmemiz halinde bu ilim yuvasını geliştirmemiz mümkün olur. Ordu Halkının katkıda bulunmadığı, ordu halkı’na rağmen gelişen bir üniversitenin Ordu’ya pek faydası olacağını düşünemiyorum.
Üniversitenin her şeyden önce yüzyıllar sonrasında bile hizmet verebilecek bir kampus alanına ihtiyacı bulunmaktadır. Bu kampus gelecekte Ordu’nun bir uydu kenti olacaktır. Bu uydu kent zeki ve seçkin insanların dolaştığı ve Ordu’nun gurur duyacağı bir yerleşke durumuna gelecektir. Ordu Üniversitesi bu duruma geldiği tarihte yaşayanlar görecektir, Ordu’da önemli Sanayi kuruluşları da kurulmaya başlanacaktır. Çünkü hiçbir ilin halkı üniversite gelişmesinin gerisinde kalamaz. Başka yerde örnek aramaya gerek yok, Kayseri’deki Üniversite halk ilişkisini incelemek yeter sanıyorum. Bir üniversiteden 50 yılda çok önemli bir buluşu gerçekleştirecek bir ilim adamı çıkarabilsek değil Ordu’yu Türkiye’yi bile kurtarabiliriz. Gerçek kurtuluş buradadır. Başka reçeteler aramak beyhude gayretlerdir. Gelecekte Üniversitemizi gezenler, “Ordu Halkı üniversitesi ile ne kadar öğünse azdır” diyebilmelidirler.
Bu ulvi hedefe ulaşabilmek için birçok kesime görev ve sorumluluklar düşmektedir. Başta Ordu’yu yönetenlere bu harekete önderlik etmek bakımından görev düşmektedir. Hemen ardından Ordu’nun kanaat önderlerine bu hareketi başlatmak ve Ordu Halkı’na da gücü oranında bu harekete destek vermek yönünden görev düşmektedir. Gayet tabidir ki Üniversite yöneticilerinin de bu çalışmaları teşvik etmek, gayretleriyle halka güven vermek gibi sorumlulukları bulunmaktadır. Rektör Prof.Dr.Sayın Haluk KEFELİOĞLU’nun gayretleri her türlü takdirin üstündedir. Ancak önemli olan kendisine güçlü bir kamuoyu desteğinin verilmesidir.
Üniversitede görev yapan her kademedeki akademisyenlerin doğdukları il neresi olursa olsun, üretecekleri projeler ve fikri desteklerle Ordu’nun sosyal, kentsel, ekonomik ve kültürel kalkınmasına katkıda bulunmaları haklı beklentimizdir. Yapılan çalışmalarla elde edilen akademik kariyerlerin altı doldurulmalıdır. Ordu Halkı’nın yapılan hizmetlerin değerini bilecek kadar kadirşinas bir halk olduğunu zaman gösterecektir.
Eğitimlerini Ordu Üniversitesi’nde sürdüren sevgili öğrencilerinde görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Her şeyden önce yeteneklerini en iyi şekilde kullanarak eğitimlerini başarılı bir şekilde tamamlamalı ve yurt kalkınmasındaki yerlerini almalıdırlar. Türkiye her üniversite mezununun iş bulabileceği bir ülke değil ama çok iyi yetişenlerin sınav kazanma şansı var. Hiç olmazsa onların katkısından ülkemiz faydalanmalıdır. Üniversite öğrencisi sıradan bir insan değildir. Bilgili eğitimli genç ve farklılığı olan insanlardır. Üniversiteli gençlerimizin Ordu’nun sosyal yaşamına hal hareket ve davranışlarıyla kalite kazandırmaları onlardan beklentimizdir. Ordu Halkı da bu gençleri kendi çocukları gibi bilmeli, onlara şefkatle yaklaşmalı, gençlikten kaynaklanan bazı davranışlarını anlayışla karşılamalıdır.
Üniversitelerimizin Türkiye genelinde YÖK sisteminden kaynaklanan bilimsel ve mali özerklik sorunlarının olduğu zaman zaman kamuoyuna yansımaktadır. Bunlarla birlikte diğer akademik sorunlarının da çözülerek dünya standartlarında bir Üniversite sistemine kavuşmaları en içten dileğimdir.
Bu düşünce ve duygularla, Ordu Halkı’na, Üniversitemizin saygıdeğer yöneticilerine, eğitimlerini Ordu’da sürdüren sevgili öğrencilere sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.


KEL ÖLÜR SIRMA SAÇLI, KÖR ÖLÜR BADEM GÖZLÜ OLUR

Türkiye gerçekten çok enteresan bir ülke. Bu ülkenin önemli insanları yaşamları boyunca hep rahatsız edilir, haklarında söylenmeyen ağır söz kalmaz, öldükten sonra da baş tacı edilirler. Biz ne zaman önemli insanlara yaşarken hak ettikleri değeri vereceğiz doğrusu çok merak ediyorum.
            Yakın geçmişte Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı merhum Muhsin YAZICIOĞLU elim bir helikopter kazası sonucu yaşamını yitirmiştir. Kendisi benim Ankara Üniversitesi’nden devre arkadaşımdır. 1976 yılında ben Ziraat Fakültesi’nde, rahmetli YAZICIOĞLU’da Veteriner Fakültesi’nde öğrenci temsilcisi olarak görev yapıyorduk. Bu sebeple zaman zaman görevlerimiz gereği biraraya geliyorduk. Ayrı dünya görüşlerine sahip olmamıza rağmen, öğrenci olaylarının çok gerilimli olduğu o dönemde diyalog kurabiliyorduk. Sayın YAZICIOĞLU hiç hak etmediği halde 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra beş yılı hücre mahkumiyeti olmak üzere toplam yedi yıl cezaevinde tutuldu. Hakkında söylenmeyen kalmadı. Kendisi ile 1993 yılında Devlet Bakanlığı Özel Kalem Müdürü olarak görev yaptığım dönemde, Esenboğa Hava Limanı VIP salonunda bir sohbetimiz olmuştu.Rahmetli, kendisine reva görülen muameleden oldukça rahatsızdı. Onu asıl üzen ummadığı insanlardan gördüğü tavır ve davranışlardı. Hiç pişman değildi ama sitemkardı. Bana, “senin izlediğin yol daha güzeldi” dediğini çok net hatırlıyorum. Yıllar ve olaylar onu çok olgunlaştırmıştı. O acar, kabına sığmayan delikanlı  gitmiş, yerine olgun, sorumluluk sahibi, ne söylediğini bilen bir Devlet Adamı gelmişti. Daha sonraki yıllar merhumu daha da olgunlaştırdı ve önemli bir siyaset adamı olma noktasına getirdi.Fikirlerine tam olarak katılmamakla birlikte kendisini hep sempati ile izledim.
            Sayın Muhsin YAZICIOĞLU öldüğünde çok üzüldüm.Cenazesinde sanki geride kalan 35 yıl öncesinin hatıralarında buluşmuş gibiydik. Ancak sağlığında Onun hakkında zehir kusanların, düşmanca davrananların, ölümünden sonra dost kesilmeleri, methiyeler düzenlemeleri beni daha fazla üzmüştür. Ne olur insanlar biraz dürüst olsalar, hak edene sağlığında da gereken değeri verebilseler.
            18 Mayıs 2009 tarihinde de sayın Türkan SAYLAN’ı kaybettik.Kamuoyunda bilinen bir isimdi.Ancak birçok insan onu Ergenekon soruşturması sırasında evinin aranması ile duymuştu.Türkan Hoca ile hiç görüşmedim,fakat yaptığı hizmetler sebebi ile kendisine büyük saygı duyuyor ve takdir ediyorum. Sayın SAYLAN’ın muhalifleri için bir şey söylemeye gerek yok. Fikirdaşları için söylenecek çok söz olduğuna inanıyorum. Sağlığında adını bile anmayanların, yaptıklarını kıskananların ölümünden sonra destanlar yazmalarını samimi bulmuyorum. Kraldan fazla kralcı olanların Türkan Hocaya mitinglerde söz hakkı vermemeleri affedilebilirmi?
            Sayın Türkan SAYLAN’ın vefatından sonra, görsel ve yazılı medyada yapılan tartışmaların onun ruhunu rahatsız ettiğine inanıyorum. Neden bu kıymetli insanı yaptığı hizmetlerle anmayı beceremiyoruz. Ben şahsen vefatına üzüldüğümü söyleyemem. Böyle bir ölüme sadece imrendiğimi söyleyebilirim. Keşke bende emanet olarak taşıdığım bu canı teslim etmeden önce “yapabileceğim her şeyi yaptım” artık ölüme hazırım diyebilsem. Böyle bir ölüme saygı duymak gerekirken, ardından söylemleri istismar boyutuna taşımanın, hatta siyasallaştırma çabalarının doğru olduğuna inanmıyorum.
            İşte biz böyle bir Milletiz. Başbakanı ve Bakanları idam edip, ardından destanlar yazıyoruz. Vatan şairi Nazım Hikmet RAN’ı vatandaşlıktan çıkararak sürgün edip, ölümünden on yıllar sonra iade-i itibar ediyoruz. Neden bizim Millet olarak davranışlarımızda doğrultu tutarlılığı yok, anlamakta zorlanıyorum.
            Sevgimizi de kinimizi de abartmakta üstümüze yok. Bu durum atasözlerimize bile yansımıştır. Ne diyor atasözü “Kel ölür sırma saçlı, kör ölür badem gözlü olur.” Bırakın sağlığında kele kel, köre kör diyebilelim. Dürüstlük bunu gerektirir.
            Gelin sevgili dostlarım, insanlığa hizmet eden seçkin insanlara hak ettikleri değeri daha onlar hayatta olduklarında verelim. Onlar da hizmetlerinin karşılığını hiç olmazsa sevgi ve saygı olarak sağlıklarında görebilsinler.
            Ayrıca bunun tersini de yapmayalım. Sağlığında gerek korkudan, gerekse çıkarlarımız gereği haklarında methiyeler ve iltifatlar düzenlediğimiz insanların vefatlarından sonra aleyhlerinde olmayalım. Yani; “sırma saçlı öldüğünde kel, badem gözlü öldüğünde kör olmasın.”

KOLEKTİF FİNANSMAN

         
           Siyasi Partiler, Çok Partili Demokratik Parlamenter sistemin vazgeçilmez unsurlarıdır. Ancak Türkiye’de siyasi partilerin kuruluş, çalışma ve finansman yönünden sağlıklı olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugün ülkemizde faaliyet gösteren 56’nın üzerinde siyasi parti bulunmaktadır. Bu partilerin bir kısmı ideoloji, bir kısmı kitle partisi, bir kısmı da tabela partisi olarak kurulmuşlardır. Aynı fikir ve görüşlere sahip olan ve aynı tabana hitap eden birden fazla siyasi partinin kurulmuş olması “siyasi israf” olarak değerlendirilmelidir.
            Türkiye’de siyasi partilerin, başta örgütlenme, yasal düzenleme ve finansman olmak üzere birçok sorununun olduğu bilinmektedir. Biz burada söz konusu sorunlardan finansman konusunu değerlendirmek istiyoruz. Partiler kurulurken genellikle tavandan tabana kurulmaktadır. Parti kurmak isteyen 30 kişi bir araya geliyor, finansmanı da partiye inanan veya bu partinin iktidar olmasından çıkar bekleyen zengin iş adamları karşılıyor. Bu durumda parti, finansmanı temin eden zengin işadamlarının güdümüne girmektedir. Kuruluşu bu şekilde olan partiler, genellikle profesyonel futbol takımlarına benzemektedirler. Seçmenlerde takım tutar gibi parti tutmaktadırlar. Bu durumun faydalı bir yapılanma olduğunu söylemek mümkün değildir.
Esasen siyasi partilerin tabandan tavana örgütlenerek kurulmasında fayda görülmektedir. Bu kuruluş yöntemi zahmetli olduğundan tercih edilmemektedir. Taban örgütlenmesi üzerine kurulacak partilerin finansmanını da üye aidatları temeline oturtmak mümkündür. Üye aidatlarıyla tabana yayılan finansmana “Kolektif Finansman” denilmektedir. Bir parti üyesinin bu parti benim partim diyebilmesi için o partiye bir maddi katkısının olması gerekir. Parti üyelerinin aidat ödemeleri, partiyi sahiplenme duygusunu geliştireceği düşünülmektedir.
Siyasi partiler, iktidar olmak amacıyla kurulurlar. İktidara gelmek isteyen bir siyasi partinin bütün Türkiye’yi kucaklaması ve ülke  genelinde teşkilatlanması zorunlu görülmektedir. İktidar olmayı hedefleyen bir siyasi partinin genel merkezi, il ve ilçe teşkilatları ve diğer kayıtlı üyelerinin iki milyon kişi civarında olması örgütlenme açısından imkansız bir durum değildir. Her parti üyesinin ayda 10 TL gibi cüzi bir aidat ödemesi halinde yılda 240 milyon TL tutarında “Kolektif Finansman” temini mümkün görülmektedir. Yeni kurulan ve henüz seçimlere katılmamış olan bir siyasi partinin Hazine yardımı alması söz konusu değildir. Seçimlere  katılması ve %7 nin üzerinde oy olması halinde ise alacağı hazine yardımının da kolektif finansmana ilave edilmesi halinde o partinin sağlıklı bir bütçeye kavuşması mümkün görülmektedir.
Üye aidatlarının, üyelerin sorumluluk derecesine göre kademelendirilmesi halinde ise toplam olarak daha fazla gelir elde edilmesi sözkonusudur. Teorik olarak hesap edilen bu gelirin realize edilmesi sistemin disiplinli bir şekilde işletilmesi ve yönetilmesine bağlı bulunmaktadır.
Ülkelerinin kalkınmasında yolsuzlukların olumsuz etkisinin bulunduğu bilinmektedir. Genellikle organize yolsuzluklar, siyasetçi, işadamı ve bürokrat üçgeninde gerçekleşmektedir. Bu durumda siyasetin finansmanının şeffaflaştırılması büyük önem taşımaktadır. Kolektif finansman sisteminde aidat ödeyen parti üyeleri, ödediği aidatın hesabını sorma arzusunda olacağından otokontrolün daha  sağlıklı yürüyeceği düşünülmektedir.
Finansmanı tabana yayılan bir partinin daha fazla halkın partisi olma özelliğine sahip olması ve halkla bütünleşmesi söz konusudur. Böyle bir partinin demokrasiyi güçlendirmesi ve halkı daha fazla temsil etmesi mümkündür.
Türkiye’de halen kurulmuş bulunan hiçbir siyasi partinin tabandan tavana örgütlenmeyi tercih etmediği, ancak sadece iki partinin kolektif finansman sistemini düşündüğü görülmektedir. Türkiye’de seçmen profilinin gelmiş olduğu noktada kolektif finansman modelinin kolay uygulanabilecek bir model olduğunu söylemek mümkün değildir. Son yıllarda Türk siyasetinin öncülüğünü yapan siyasi partiler seçmeni vermeye değil almaya alıştırmışlardır. Bu durumda seçmenin önemli bir kesiminin almadan oy vereceğine inanmak zor görünmektedir.Mitinglerinde pilav üstü döner dağıtan bir siyasi partinin % 8 oy aldığı bu ülkede kolektif finansman uygulamasının ne kadar güç  olduğunu anlamak hiçde zor değildir.
Bütün zorluklarına rağmen, demokrasinin gelişmesine olumlu katkısı, siyasetin finansmanının daha şeffaf olmasını ve siyasi aidiyet kültürünün gelişmesini sağlaması bakımından kolektif finansman modelinin desteklenmesi faydalı görülmektedir. Böyle bir desteğin verilmesi ise siyaset bilincinin olgunluğuna bağlı bulunmaktadır. Ancak Türk siyasetine yapılan müdahaleler sonucu oluşan hukuka göre siyaset bilinci yüksek olabilecek seçmen kesimlerinin siyasi partilere üyeliği kısıtlanmıştır.
Darbeler her yönü ile kötüdür. Darbelerin en kötü yönü ise giderken hukuklarını bırakmalarıdır.Türkiye halen darbe döneminin hukuku ile yönetilmektedir. Seçmenin oy kullandığı partiye üye olmasının yasak olması rasyonel düşünce ile bağdaşan bir olay değildir.
Türkiye’de halen kurulmuş olan bütün siyasi partilerin üye kaydına ve kayıtlı üyeden aidat almaya özen göstermeleri, seçmenlerinde yasal engel yok ise partilere üye olması ve aidat ödemesi, siyasi paylaşım kültürümüzün gelişmesi bakımından faydalı görülmektedir.

DÜNYAYI YÖNETEN HANEDAN



Konuları derinliğine incelemeden ahkam kesen Türk aydınlarına, ABD Texas Üniversitesi tarih bölümü profesörlerinden Texe Marrs’ın “İllimünati” ve “Bilinen Tarihin Bilinmeyen Yanları “ adlı kitaplarını dikkatle okumalarını tavsiye ederim. Görsünler bakalım “Büyük Ortadoğu Projesi” ne demekmiş? Ortadoğu’da oynana ve Türkiye’yi de içine alan kirli oyunların arkasında kimler varmış?
Birçok insan “Rotschild Ailesi”nin adını dahi bilmez. Ancak diplomasi ile uğraşanlar bu ailenin adını duyduklarında durup düşünmek zorundadırlar. Çünkü bu aile dünya tarihi sahnesinde  1590 yılından beri vardır ve dünya, bu Yahudi ailesinin çok gizli faaliyetleri neticesinde bugünkü şeklini almıştır. Yaklaşık 1500 kişiden oluşan bu aile dünyanın çeşitli hassas bölgelerine dağılarak, buralarda meydana gelecek her türlü siyasi ve ekonomik gelişmeyi İsrail Devleti’nin çıkarlarına uygun düşecek şekilde yönlendirmektedir. Kökleri 16. yüzyıla dayanan bu Hanedan, İngiliz Kraliyet Sarayı’nın izlediği politika ve stratejileri yönlendirmiş ve yıllarca kraliyet sarayının açtığı ihaleleri de kazanarak hatırı sayılır bir servetin sahibi olmuştur. Bu ailenin en önemli faaliyet alanlarından biriside “savaşa giren devletlere faizle borç vermek” tir. Nitekim İngiltere, Fransa arasında meydana gelen savaş sırasında İngiltere’ye faizli borç olarak 35 ton altın vermiştir. Bu savaşta İngiltere, Fransa’ya yenilince borcunu ödeyememiş ve buna karşılık İngiltere Merkez Bankası “Bank of England” Rotschild Ailesinin eline geçmiştir. Bundan sonra İngiliz Sterlini’nin basılması işi bu Yahudi ailesi tarafından yapılmıştır.
Daha sonra, bu hanedan İngiltere ile Amerika’daki kolonilerin savaşı sırasında, gizliden Amerikalı kolonilerin tarafını tutmuştur. Bu desteğine karşılık Amerikan Başkanı Washington’dan doları basma yetkisini almayı başarmıştır. İngiltere Devleti’nin adeta mülkiyetini eline geçiren bu hanedan Kenan diyarında Tanrı’nın kendilerine vaad ettiği Kutsal İsrail Devleti’ni kurma hazırlığına başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardır. Meydana gelen savaşlar sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu’nun, Rotschild Ailesinin elinde bulunan Bank of England’a olan borçları ödenmesi imkansız boyutlara yükselmiştir. Bunu fırsat bilen Lord Baron Rotschild Sultan İkinci Abdülhamit’e çirkin bir teklifte bulunarak borçlarına karşılık yeni kurulacak Yahudi devleti için Kudüs, Filistin, Suriye ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin verilmesini teklif etmiştir. Abdülhamit bu teklifi, “kanla alınan vatan toprakları para ile satılamaz” diye reddetmiştir. Bunun üzerine Rotschild Ailesi, Birinci Dünya Savaşının çıkması için her şeyi tezgahlamıştır. Savaş sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ve Arapların birçok parçaya bölünmesi, İsrail Devleti’nin kurulması için gerekli görülüyordu. Nitekim bu savaşı Almanların önderliğindeki ittifak devletleri kaybetmiştir. Artık İsrail Devleti’nin kurulması için bütün şartlar uygun görülüyordu. Ancak, evdeki hesap çarşıya uymamış ve Avrupa’nın gelişmiş kentlerinde yaşayan zengin Yahudi ailelerinin yeni kurulacak devlete göç etmeleri sağlanamamıştır. Bu sorunun giderilmesi için Rotschild Ailesi’nin yeni bir savaşın başlatılmasını tezgahladığı görülmüştür.
Birinci Dünya Savaşından mağlup ayrılan Almanya bir enkaz haline gelmiş, askeri ve ekonomik gücünü tamamen kaybetmiştir. Almanya’nın borçlu olduğu devletlerin merkez bankalarının %85’i Rotschild Ailesi’nin kontrolündeydi. Almanya neredeyse tamamen bu Yahudi ailesine borçluydu. Almanya’nın bu borcu ödemesi mümkün değildi. Rotschild Ailesi, Alman Merkez Bankası’nın kendilerine devredilmesi karşılığında borçların silinmesini teklif etti ve Almanya bu teklifi kabul etmek zorunda kaldı.
Hanedan bu yeni dönemde Avrupa’da faşizm rüzgarını estirerek, Yahudilerin göçe zorlanmalarını planlamıştı. Almanya’nın başına Birinci Dünya Savaşı’nda er olarak savaşan fanatik Milliyetçi Hitler getirildi. Almanya kısa zamanda yeniden büyük bir askeri ve ekonomik güç haline geldi. Hitler intikam hırsı ile ikinci dünya savaşını başlattı. Zengin Yahudiler bir yolunu bularak Almanya’yı terk etti. Fakir Yahudi halk soykırıma uğradı. Kaçan aileler, Rotschild Ailesi’nin kurduğu paravan şirketler aracılığı ile Amerikan askerlerinin denetiminde İsrail’e nakledilmişlerdir. İşte İsrail Devleti özetle böyle kurulmuştur.  
Büyük Ortadoğu Projesinin diğer bir adı da “Büyük İsrail Devleti Projesi” dir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması, Arapların parçalanarak birçok ülkeye bölünmesi, Irak’ın işgali, 11 Eylül kulelerin yıkılması,Türkiye’deki terör olayları, Kuzey Irak’da Kürdistan Devleti kurulması girişimleri,”Büyük İsrail Devleti Projesi”nin birer parçası olduğu unutulmamalıdır. İşte mayınlı sahaların temizlenmesi ve kiraya verilmesi olayının bu bilgiler ışığında yeniden değerlendirilmesi gerekli görülmektedir

FINDIK KAVGASI

Fındık Türkiye’nin 21 İl’inde yaklaşık 10 milyon insanın geçimini sağladığı ekonomik ve sosyal önemi olan bir üründür. Yıllardan beri izlenmekte olan yanlış destekleme politikaları nedeniyle 21 İl’e yayılan fındığın gerçek ekolojisi Ordu, Giresun, Trabzon ve Artvin illeridir. Türkiye 600-700 bin ton fındık üretimi ile dünya üretiminin % 70’ini tek başına gerçekleştirmektedir. Ancak buna rağmen dünya fındık borsası Almanya’nın Hamburg şehrinde kurulmaktadır. Türkiye’nin üretiminde dünya birincisi olduğu fındık piyasasında belirleyici aktör olamaması düşündürücüdür.
Türkiye’nin tarım ekonomisinde önemli yeri olan çay, şeker pancarı ve hububat gibi temel ürünlerin Kanunu ve bu ürünlerden sorumlu bir Kamu Kurumu bulunmasına rağmen, yılda yaklaşık 4-5 katrilyon lira değerinde üretimi yapılan fındığın ne Kanunu nede sorumlu bir Kamu Kuruluşu bulunmamaktadır. Bir zamanlar devlet fındık alımlarını Fiskobirlik eliyle gerçekleştirirken, daha sonra bu görev Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO)’ne verilmiştir. TMO kuruluş amacı ve yıllardır sürdürmekte olduğu faaliyetler dikkate alınırsa hububat alımları konusunda uzmanlığı olan bir Kamu İktisadi Teşebbüsüdür. Hububat konusunda hiçbir tecrübe ve deneyimi olmayan Fiskobirlik’e Konya Ovasında buğday alım görevi verilmesi ne derece mahsurlu ise, fındık konusunda hiçbir tecrübe ve deneyimi olmayan TMO’ya fındık alım görevi verilmesi aynı ölçüde mahsurludur. Nitekim bu mahsurlar gerek fındık alımlarında, gerekse alınan fındığın pazarlanmasında kendisini göstermiştir.
Her yıl Temmuz ayı geldiğinde fındık, Türkiye’nin gündemine önemli bir sorun olarak yerleşmektedir. Fındık üreticisi kendisini tatmin edecek bir fiyat verilmesini beklerken, siyasi iktidar dünya piyasalarını ve Türkiye’nin ekonomik dengelerini dikkate alma gereğini hissetmektedir. Diğer taraftan Ağustos ayında hasat edilecek fındığı Şubat ayında önceden satan alivreci tüccarlar ise açıklanacak fındık fiyatlarının kendi satış fiyatlarının gerisinde kalması için büyük bir lobi faaliyeti içine girerler. Üretici, TMO ve tüccar arasında amansız bir fındık kavgası başlar. Yıllardır bu kavganın kaybedeni genellikle fındık üreticisi olmuştur. Fındık üreticisinin refah seviyesini tespit açısından fındık-gübre fiyat pariteleri önemli bir göstergedir. Yıllar itibarıyla bu göstergeler dikkate alındığında üretici için en iyi yılın 1997 yılı olduğu görülmektedir. 1997 yılında fındık üreticisi 1 kg. fındık parası ile 46 kg. gübre alabiliyordu. Yapılan hesaplamalara göre 2008 yılında üreticinin aynı miktarda gübreyi alabilmesi için 1 kg fındığın 30 YTL olması gerekmektedir.

Fındık maliyetini etkileyen diğer önemli bir ölçüde fındık toplama işçiliğidir. Eski yıllarda ölçü olarak 3 kg. kuru kabuklu fındık parası bir adet toplama işçiliği yevmiyesine karşılık geliyordu. 2008 yılında 40 YTL olan yevmiyenin karşılanması için 10 kg. kuru kabuklu fındık parasının gerektiği görülmektedir. Hangi ölçü alınırsa alınsın fındık kavgasının kaybeden taraf fındık üreticisi olmaktadır.
Dünyanın fındık üreticisi diğer ülkelerinde fındık üreticileri, Türkiye’deki kadar mağdur edilmemektedir. Sorunun temeline inildiğinde problemin dünya fındık piyasasındaki arz fazlasından kaynaklandığı ortaya çıkmaktadır. Siyasi iktidarlar fiyat tespitinde bu piyasadaki ekonomik göstergeleri dikkate alarak karar verirler. Diğer bir ifade ile fındığın ekonomik yönünü dikkate alırlar. Ancak fındığın ekonomik yönü olduğu kadar sosyal bir yönü de mevcuttur. Fındık üreticisi bulunduğu bölgede geçimini sürdüremez ise, geçim çaresi aramak umuduyla büyük kentlere göç etmek zorunda kalır. Göç edenlerin kentlerde devlete olan maliyeti, bölgelerindeki maliyetin kat kat üstündedir. Bu sebeple, hükümetler ürün fiyatlarını ekonomik olarak tespit ederken, bu fiyatın üzerine bir miktarda sosyal politikanın gereği olan ilave ederse bir yandan köyden kente göçü önlerken, diğer yandan da çarpık kentleşmeyi önleyerek, büyük kentlerin dengeli bir şekilde gelişmelerine katkıda bulunmuş olurlar.
Fındık kavgasında üretici, sürekli kaybeden taraf olmaya devam ederse, bu kavga büyük kentlerin varoşlarında belediye, gecekonducu kavgası olarak devletin karşısına çıkar. Bu nedenle sorunların kaynağında çözülmesi, yeni sorunların çıkmasını önlemek bakımından gerekli görülmektedir.
Dünya fındık piyasasında, Türkiye dışında kalan ülkelerin üretimlerinin kendi kendilerine yeterli olduğu kabul edilirse, Türkiye üretimi ile Dünya tüketimi arasında yaklaşık 150 bin tonluk bir fark bulunmaktadır. Devletin bu farkı uygun bir fiyattan satın alması halinde, dünya fındık piyasasında arz-talep dengesinin sağlanması mümkün görülmektedir. Bu dengenin sağlanması ile oluşacak fiyat, gerçek fındık fiyatı olarak değerlendirilmektedir. Gerçek fındık fiyatı ile alivre satış fiyatı arasındaki fark kadar Türkiye’nin kilogram başına döviz kaybı söz konusudur. Kaybedilen dövizin bazı yıllarda milyar dolarla ifade edildiği dikkate alınırsa konunun ne kadar önemli olduğu görülecektir.
Fındık kavgasının, gelirin hakça paylaşıldığı bir barışa dönüşmesi için, çay veya şeker Kanunu benzeri bir kanuni düzenlemenin yapılması ve fındığın sahipsizlikten kurtarılması zorunlu görülmektedir. Diğer taraftan fiyat tespitinde hükümetlerin üreticinin yanında yer alması, emeğin hakkının verilmesi, döviz kaybının önlenmesi, köyden kente gücün ve çarpık kentleşmenin önlenmesi bakımından gerekli görülmektedir.
             



DÜNYA ÇEVRE GÜNÜNÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ




         Yerküre, uçsuz bucaksız evrende yer alan sayısız yıldız ve gezegenler sisteminin küçük bir parçasıdır. Boşlukta mavi bir bilye gibi görünen dünyamız insanoğlunun ortak vatanıdır. Bu ortak vatanda 6 bin ayrı dili konuşan 6 milyar insan yaşamaktadır. 
         İnsanoğlunun yaşamını sürdürebilmesi için çeşitli ihtiyaçları bulunmaktadır. Ancak bunların arasında öyle ihtiyaçlar vardır ki bunlar yaşamın devamında olmazsa olmaz kabilinden ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçları sırası ile analiz edersek; önce doğduğumuzda ciğerlerimize dolan ve ölürken son nefesimizde dışarı verdiğimiz “hava gelir” Dünyada insan nüfusunun az olduğu yıllarda hava ile ilgili bir sorun yaşanacağı hiç kimsenin aklına gelmezdi. Ancak dünyamızda belli bir oksijen ve karbon rezervi bulunmaktadır. Bu rezervler, fotosentez ve yanma süreçleri üzerinden kendi kendilerini sürekli yenilediği için dünyanın doğal dengesi korunmaktadır.
         Ancak gelişen teknoloji ve artan insan nüfusu zamanla hava kalitesinin bozulmasına neden olmuştur. Hiç kimse birgün, 2 milyon adet kimyasal maddenin oluşturduğu okyanusta yaşayacağımızı aklına getirmiyordu. Yine hiç birimiz kirlilik sebebiyle 3-4 santigrat derece normalin üstünde ısınan havanın sera etkisi yaparak yaşamı tehdit edeceğini düşünemiyorduk. Kirlenen hava sebebiyle oksijen karbon dengesinin bozulacağını, bu durumun dünyanın çevresini kaplayan atmosferdeki ozon tabakasını deleceğini, bu sebeple enerji kaynağımız olan güneş ışınlarının yaşamı tehdit edeceğini aklımıza bile getirmiyorduk. Sonunda insanoğlu bunların olabileceğini, hiçbir şeyin tükenmeyecek kadar sonsuz olmadığını acı tecrübelerle görmüş oldu.
         İnsanoğlu ile Doğa arasında karşılıklı akit edilmemiş bir mukavele söz konusudur. Doğa diyor ki beni kirletme, beni hor kullanıp sömürme, şayet bunları yaparsan benim bünyemde yaşayabilme imkanını kaybedersin. Beni terk etmek istersin ama gidecek başka bir gezegen de bulamazsın.
Yaşamın devamı için ikinci önemli madde “su” dur. Dünyamızın % 70 i sularla kaplıdır. Ancak bunun % 90’nı ise tuzlu sulardır. Geriye kalan % 10 oranındaki tatlı suyun ise % 1’i ancak insanoğlu tarafından kullanılabilecek durumdadır. İnsanoğlu genellikle suyun bol olduğunu hiç azalmayacağını sanıyordu. Hatta suyun bolluğunu ifade etmek için o kadar çok ki sudan ucuz denilirdi. Ne zamanki dünya nüfusu 6 milyar sınırına geldi, yaklaşık 1 milyar insan içilebilir temiz su bulabilmekten mahrum duruma düştü, insanoğlu bu konuda da tehlikenin büyüklüğünü anlamış oldu. İnsan denilen yaratık ağlayarak doğar, yaşamı boyu ağlaması ve feryadı hiç tükenmez. Çünkü yaşamın kendisi bir kavgadır. Bu kavgayı kazanmadıkça yaşamı sürdürebilmesinin imkanı yoktur.
Aynı yerküreyi vatan edinmiş insanlar arasında bir gün su savaşları olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur diye düşünüyorum. Akarsuların sanayi ve evsel atıklarla nasıl kirletildiği hepimizin malumudur. Bilinçsizce kullanılan zirai mücadele ilaçları ve kimyasal gübreler sebebiyle yer altı sularının ne ölçüde kirlenerek kullanılmaz hale geldiği araştırmalarla sabittir.
Kutuplarda avlanan bir balığın eti üzerinde yapılan laboratuar araştırmasında DDT ortaya çıktığı görülmüştür. Kutuplarda gübreleme yada ilaçlama yapılmadığına göre, denizlerdeki kirliliğin hangi boyutlara ulaştığı acı bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır.
Yaşamın diğer olmazsa olmaz niteliğindeki maddelerinden biriside “toprak”tır. İnsanoğlu için toprak demek ekmek demektir. Biz ekmeğimizi topraktan kazanıyoruz. Dünya nüfusunun az olduğu yıllarda toprağında hiç bozulmaz bir varlık olduğu sanılıyordu. Halbuki toprak bizi besleyen, büyüten öldükten sonrada kara bağrına alan bir ana gibidir. Biz yanlış gübreleme, sulama ve ilaçlama ile onu da öldürmeyi başarabildik. Kimyasal gübreler, her on yılda bir toprağın 2,5 cm.lik kısmını çoraklaştırarak yok etmektedir. Demek oluyor ki  100 yılda 25 cm kalınlığındaki toprak katmanı yanlış gübreleme sebebiyle çoraklaşarak elden çıkmaktadır. Zaten tarımsal üretim bu kalınlıktaki bir toprak katmanı üzerinde yapılmaktadır.
İnsanoğlu doğanın dengesini bozmakla bitkisel hayatın da yok olmasına neden olmaktadır. Bu sebeple yağış rejimi bozuluyor, yağmurlar sel şeklinde yağdığından toprağın en değerli kısımları yıkanarak denizlere sürükleniyor. Bozulan ekolojik durum sebebiyle rüzgarlarda çok değişik esiyor. Her yıl sel ve rüzgar erozyonu sebebiyle milyonlarca ton toprak altımızdan kayıp gitmektedir.
Tarım tekniğinin yanlış uygulanması ve bilinçsiz sulama sebebiyle milyonlarca dönüm toprak ya elden çıkmakta yada çoraklaşmaktadır.
Son yıllarda en değerli tarım toprakları inşaat alanlarının işgaline uğramıştır. Bu konuda da toprakların değerinin bilinmediğini söylemek mümkündür.
İnsanoğlu dünyanın her yerinde çeşitli sebeplerle toprağın altından kayıp gittiğinin farkına varmıştır. Bu konu da da tehlike çanlarının çaldığını acı tecrübelerle nihayet anlamıştır.
          Yaşamın çok önemli ihtiyaçlarından bir diğeri de “enerji”dir. İnsanoğlu enerji ile ateşin bulunmasından sonra tanışmıştır. Dünya enerji kaynakları yönünden de alarm vermeye başlamıştır. Sonuçta kömür rezervleri ve petrol kaynakları sınırsız değildir. Gelişen teknolojiler ve artan insan nüfusu sürekli enerji kaynaklarını tüketmektedir. Tanrının insanoğluna bağışladığı en önemli nimet olan akıl, yenilenebilir enerji kaynakları konusunda yeni buluşlar elde edemez ise, geleceğe umutla bakabilmenin imkanı yok gibi görünmektedir.
Netice itibarıyla  insanoğlu yukarıda saydığımız tehlikeleri görerek, 1972 yılında Stokolm’de ilk defa bir araya gelerek çevre sorunlarını tartışmaya karar vermiştir. Geçte olsa tehlikenin  büyüklüğü fark edilmiş, ancak tedbir alınma yolunda önemli adımların atılması sağlanamamıştır. Ancak o yıldan bu yana 5 Haziran tarihi “Dünya Çevre Günü” olarak çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır.
Bir yandan dünya nüfusu bu hızla artıp, enerji kaynakları gittikçe azalırken, doğal  dengenin bozulması sonucunda iklim ve ekoloji önlenemez şekilde bozulurken, insanlığın geleceğine umutla bakmanın mümkün olmadığını düşünüyorum.
Bu durumda bir Kızılderili şefinin söylediği şu sözü hatırlamamak elde değil. “Beyaz adam yarattığın çöplükte boğulacaksın” bu kirliliğin sorumluları, sorunun çözümünde de sorumluluk üstlenmelidirler.
Biz halen bu dünyada yaşayan 6 bin farklı dili konuşan insanlar olarak aynı yer kürenin vatandaşlarıyız. Şimdi dilediğimiz gibi yaşayalım da bizden sonra ne olursa olsun deme sorumsuzluğunu taşıyamayız. İnsanoğlunun hem dönemini yaşamak, hemde neslinin devamını sağlamak gibi önemli bir  görevi bulunmaktadır. Temiz aldığımız dünyayı gelecek nesillere kirletilmiş olarak bırakmak, kaynakları yönüyle zengin aldığımız dünyayı sömürerek terk etmek bizim gelecekte bed dualarla anılmamıza neden olacaktır.
Sonuç olarak aileden başlamak üzere, yaşadığımız dünyayı geçmişimizden ödünç aldığımızı, gelecek kuşaklara borçlu olduğumuzu, toplumun tüm katmanlarına anlatmalıyız. Bu borcu aldığımız gibi ödemek tüm insanların boynunun borcu olmalıdır.

DEMOKRASİLERDE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARININ YERİ VE ÖNEMİ

         Yaşadığımız dünyada nüfusuna, toprak büyüklüğüne, ekonomisine, idari yapısına bakılarak tanımlanan birçok devlet mevcuttur. Devletler yönetim biçimleri itibarıyla Monarşi, Meşrutiyet ve Cumhuriyet sistemine göre yönetilen devletler olarak tasnif edilirler. Ancak bu yönetim biçimlerinin işleyiş şekillerine bakıldığında çok farklı uygulamalarla karşılaşmak mümkündür. Bu uygulamalara o devletin rejimi denir.
         Cumhuriyet bir yönetim biçimi, demokrasi ise bir rejimdir. Her Cumhuriyet yönetimi bir demokrasi olmadığı gibi, her demokrasi de bir Cumhuriyet değildir. İngiltere birleşik krallık olmasına rağmen, dünyanın en sağlıklı işleyen demokrasi rejimlerinden birine sahiptir. İran Cumhuriyetle yönetilmesine rağmen bu ülkede islami rejim hüküm sürmektedir.
         Türkiye ise dünyada hem Cumhuriyetle yönetilen hem de demokrasi rejimini benimseyen nadir ülkelerden birisidir.

         Ancak demokrasilerde, uygulama şekillerine göre değişiklikler göstermektedir. Bu uygulamalara bakıldığında nerede ise her devletin kendine göre bir demokrasisinin olduğunu söylemek mümkündür. Çok sayıda enstrümanı ve bir o kadar da imkanı olan bu rejimin tam anlamı ile uygulanabilme olanağı bulunmamaktadır. Kısacası ne kadar isterseniz o kadar demokrasi uygulama imkanı bulunduğunu söylemek mümkündür.

            Türkiye idari sistemini Laik Demokratik Cumhuriyet olarak seçmiş ve tercihini bu yönde kullanmıştır. Altı yüz yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan edilmiş, ancak taşların yerine oturması çok uzun zaman almıştır. Türkiye, Cumhuriyet döneminde Osmanlı’dan kalan kültür değerleri ile kucaklaşamamanın çok sıkıntılarını yaşamıştır. İmparatorluktan kalan duyunu umumiye borçlarını ödemeyi bir onur meselesi saymış, alnının akıyla bu borçları ödemiş fakat kültür değerleri konusunda neredeyse reddi miras etme yolunu seçmiştir. Evrimle değil, devrimle gelen Cumhuriyet kuruluşundan itibaren 27 yıl boyunca kökleri ile savaşarak değerlerini yerleştirmeye çalışmıştır. Ancak 1950 yılında çok partili demokratik sisteme geçilebilmiştir. Bu demokrasi temsili demokrasi olmasına rağmen, Milletin hür seçimlerle kullanmak durumunda olduğu bu hak zaman zaman müdahalelerle kesintiye uğratılmıştır. Halen yaşadığımız dönemde bile temsili demokrasiyi kurallarına göre işletebildiğimizi söylemek mümkün değildir. Bu demokrasi türünde halk seçimden seçime fonksiyoneldir. Seçimlerde halk temsilcilerini seçer, gelecek seçimlere kadar demokratik haklarını temsilcileri aracılığı ile kullanır. Temsili demokrasilerde halkın zaman zaman etkin olduğu bir katılım söz konusu değildir. Sistem, yasama, yürütme ve yargı olmak üzere kuvvetler ayrılığı prensiplerine göre yapılanmıştır. Yine sistemin işletilmesinde halkın bariz bir etkiliğinden söz etmek mümkün değildir.
         Halkın, yasal örgütleri aracılığı ile sistemin işleyişine müdahil olduğu demokratik sistem ise “Katılımcı Demokrasi”dir. İdari sistemleri ister Cumhuriyet olsun, ister başka bir sistem olsun, bütün çağdaş toplumlarda rejim olarak “Katılımcı Demokrasi” tercih edilmiştir. Halkın yasal örgütlerinin diğer bir adı “Sivil Toplum Kuruluşları”dır. Sivil Toplum Kuruluşları; belli bir Kanunu, yönetmeliği ve tüzüğü olan, çalışmalarını ve kuruluşlarını bu mevzuatlar çerçevesinde sürdüren, devlet yapısı içinde resmi olmayan kuruluşlardır. Çağdaş demokrasilerin hakim olduğu ülkelerde bu kuruluşlara, (Non Govermental Organizations) kısaca NGO’lar denilir. Bu kuruluşlar; Dernekler, Meslek Odaları, Üretici Birlikleri, Sendikalar, Vakıflar ve Kulüplerdir.
         Sivil toplum kuruluşları, aynı amaç ve ortak menfaatlerin yasal çerçevede savunulması, hakların korunması, üyeler arasında her konuda dayanışma sağlanması hususlarında faaliyet gösterirler. Katılımcı Demokrasinin, toplumların yasal çerçevede örgütlü olduğu ülkelerde uygulanması mümkündür. Toplumların örgütlenmesi ise sivil toplum kuruluşları etkinliğine bağlıdır. Bu kuruluşların mutlaka yasal çerçevede örgütlenme zorunlulukları olmalıdır. Aksi takdirde yasal dayanağı olmayan kuruluşların faaliyetleri, illegal faaliyetler kapsamında değerlendirilir.
          Katılımcı demokrasilerin, temsili demokrasilerden farkı, bu sistemde halk egemenlik haklarını sadece seçtiği temsilciler eliyle kullanmaya razı olmaz. Kurduğu yasal örgütler vasıtası ile zaman zaman sistemin işletilmesinde devreye girerek   etkili olabilir. Demokrasi kültürü gelişmiş olan ülkelerde toplumların örgütlü olması, yönetimde kolaylık sağlanması hak ve menfaatlerin sağlıklı bir şekilde korunabilmesi için desteklenmektedir
                 Halbuki demokrasi kültürünün yeterince gelişmediği ülkelerde ise yönetimler, toplumun örgütlenmesinden endişe duydukları için bu tür faaliyetlere yasal zorluklar çıkartarak engel olmaya çalışırlar.
         Dünyanın hiçbir ülkesinde, rejim ne kadar demokratik olursa olsun bireysel olarak hak elde etmek, elde edilmiş hakları koruyabilmek mümkün değildir. Hakların elde edilmesi ve elde edilen hakların korunabilmesi için, hak sahiplerinin aynı amaç doğrultusunda güçlerini birleştirmeleri zorunlu görülmektedir.
         Bunun örneklerini sadece toplumsal yaşamda değil, doğal yaşamda bile görebilmek mümkündür. Doğada; kuşlar hep toplu halde uçarlar, karıncalar, arılar aynı amaç doğrultusunda toplu halde çalışırlar. Denizlerde aynı tür balıklar hep birlikte hareket ederler. Hayvanlar aleminde sosyal gruplar arasında inanılmaz bir dayanışma mevcuttur. Bu doğal dayanışma, toplumların örgütlenmesinde örnek alınacak sağlıklı bir model olarak değerlendirilmelidir.
         Birey olarak her insan, derede akan su gibidir. Su rasgele akarken olağanüstü bir gücü yoktur. Ancak bu derenin önüne bir bent kurulursa, bent arkasında toplanan su inanılmaz bir güç oluşturur. Tek başına birer güç olmayan insanlar, bir bendin arkasında toplanan su gibi, bir liderin arkasında toplanarak çok büyük bir güç oluşturabilirler. Sivil toplum kuruluşlarının, kuruluş ve işlevini bu mantık çerçevesinde düşündüğümüz zaman ne kadar önemli ve güçlü kuruluşlar olduklarını anlamak hiç de zor olmayacaktır.
         Türkiye’de halen yürütülmekte olan temsili demokrasi uygulamasında başarılı olduğumuzu söylemek mümkün değildir. Diğer taraftan, örgütlenme ve toplu hareket etme kültüründe de önemli eksiklerimizin bulunduğunu kabul etmek durumundayız. Örgütlü toplumu oluşturmadan, temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçebilme şansımız bulunmamaktadır. Bu sebeple, sivil toplum kuruluşlarını kurma, yaşatma ve çoğaltma kültürünü geliştirmek zorunda olduğumuz unutulmamalıdır. Türk Milleti, tarihin derinliklerinden gelen kültür değerleri ile Cumhuriyet değerlerini kucaklaştırmayı başardığı takdirde önce temsili  demokraside, sonra da katılımcı demokraside arzu ettiği standardı yakalayacaktır.
         Türkiye’nin idari sistem olarak tercih ettiği Laik Demokratik Cumhuriyet sisteminin yol haritasında, hafızalarda acı tatlı izler bırakan kilometre taşları geride kalmıştır. Bundan sonraki dönemde sistemin en aktif aktörlerinin sivil toplum kuruluşları olacağı düşünülmektedir.
         Yukarıda anlatmaya çalıştığımız demokratik gelişme süreci içinde “Yüksek Denetim Elemanları Derneği” olarak yerimizi almak zorundayız. 1965 yılında ilk defa sendika olarak kurulmuş olan derneğimiz çok köklü bir yapıya sahiptir. Derneğimizin üyelerinin bireysel kalitelerinin üstünlüğünü tartışma konusu yapmak bile mümkün değildir. Ancak  bu bireysel kaliteleri toplam kaliteye dönüştürme yolunda bazı eksiklerimizin olduğunu kabul etmek zorundayız.
         Bilindiği gibi meslek mensuplarımız 72 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ve buna bağlı yönetmelik ile çeşitli genelgeler çerçevesinde görev yapmaktadır. Derneğimizin Yönetim Kurulu ise 5253 sayılı Dernekler Kanunu ve buna bağlı olarak çıkarılan Yönetmelik ve Tüzük doğrultusunda çalışmalarını sürdürmektedir. Söz konusu Kanun ve diğer mevzuatlara uygun olarak  çalışıldığı takdirde, yapılan hizmet resmi görevimizi icra etmemiz kadar meşru ve yasaldır. Bu sebeple, mensuplarımızın haklarını savunma konusunda göstermiş olduğumuz gayretler, tabi olduğumuz kanundan doğan haklarımızı kullanmak olduğu kadar, katılımcı demokrasinin de bir gereğidir.
         Bu sorunlarımızı aştığımız takdirde önce kurumsal varlığımızı garanti altına alma, daha sonrada sosyal ve ekonomik haklarımızdan kaybettiklerimizi telafi etme ve yeni kazanımlar elde etme yolunda başarılı olacağımıza yürekten inanıyorum.